[Bu yazı Quentin Tarantino’nun Bir Zamanlar Hollywood’da filmiyle ilgili “spoiler” ve Ian McEwan’ın Benim Gibi Makineler romanı hakkında bilgi içerir.]

Sharon Tate.
Alan Turing.
Yukarıdaki isimlerden ilkini eğer altmış, yetmişlerin popüler kültürü ya da sinema tarihiyle ilgilenmemişseniz duymamışsınızdır. İkincisini de keza, eğer bilgisayar bilim tarihi pek ilginizi çekmemişse ya da en son kendisi hakkında çekilen filmi izlememişseniz, duymamışsınızdır. Sizin meseleniz değildirler ve bunda da hiç bir sorun yok.

Ama son otuz yılın en önemli yönetmenlerinden biri olan Quentin Tarantino ilk isim hakkında bir film çekti ve yine son otuz yılın en önemli yazarlarından biri olan Ian McEwan ikincisiyle ilgili bir roman yazdı. Aslında ne film tamı tamına Tate ile ilgili, ne de roman tamamen Turing’i konu alıyor. Fakat ikisinin de çok önemli bir ortak noktası var: Her ikisi de tarihi değiştirmeye yeltenmiş eserler.
Neredeyse bütün sanat eserleri, filmler, romanlar bizim hafızamızla oyun oynarlar. Bizi nereden yakalayacaklarını kestirmeye çalışırız, izlerken, okurken. Hiç beklemediğimiz yerlerden bizi yakalarlarsa işte o büyü oluşur: O eseri bir daha unutmamacasına severiz.
Ben genel olarak bir filmi izlemeden ya da kitabı okumadan hakkında yazılanları okumam. Film izleme ya da roman okuma bir büyülenme haline girebilmek için zaman ayırmaktır. O ayıracağım zaman, o “büyülenme ânı”, o kadar değerlidir ki, sanki en baştan, onu koruyucu bir cam kafesin içine alırım. Neticede her iki esere de başladığımda sıfır kilometredeydim: Beni bekleyenin ne olduğunu bilmiyordum. Bireysel tarihime girdikleri ânın eş zamanlılığını bir kenara bırakalım, her ikisinin de aynı konuyu mesele edinmiş olma rastlantısının bile üzerinde çok zaman kaybetmeden, haklarında mümkün olduğunca kısa birkaç söz söyleyip sadede –yani o meseleye– gelmeye çalışacağım.

Bir Zamanlar Hollywood’da küçüklüğümden beri oldukça alışık olduğum bir sahne ile açıldı: Bir Vahşi Batı kasabasının film setinde. Daha önce birçok yazımda küçüklüğümde ne çok klasik film izlediğimi anlatmıştım. Kovboy filmleri bunların önemli bir kısmını oluşturuyordu. Öncelikle babam Steve McQueen ve Paul Newman’ı çok severdi. Onların da çok kovboy filmi olurdu. Sonradan kendisinin gençliğinin ikisine benzediğini fark ettiğimi hemen buraya ekleyip, filme devam edeyim. Film setinde Leonardo di Caprio ve dublörü Brad Pitt televizyona bir söyleşi veriyorlardı. İkisi de nice kovboy filminde birlikte oynamışlardı. Sonraki sahneyse ikisinin film setinden çıkıp eve giderlerken, Leonardio di Caprio’nun bir sigara markası için verdiği açık hava ilanının önünden geçmesiydi. O ilanın Leonardio di Caprio’nun kariyerini bize anlatmak için oraya konduğunu sandım. Fakat bir sonraki sahnede bunun böyle olmadığı belli oldu. Aynı ilanın önünden bir başka çift daha geçecekti: Rosemary’nin Bebeği ile o sıralar Hollywood’un en popüler yönetmenlerinden biri olan Roman Polanski ve oyunculuk kariyerinde ilerlemekte olan eşi Sharon Tate.

Burada duruyorum. Çünkü filmi de o sırada durdurdum. Sharon Tate! Ama ben biliyordum onun Roman Polanski’yle evli olduğunu. Küçükken, bir dergide okumuş olmalıyım. Annemle terziye gittiğimizde okuduğum Ses dergilerinin birinde mi görmüştüm acaba? Sonra belki başka birkaç yerde daha; kim bilir belki Polanski hiç gündemden düşmediği için onun sayesinde tekrar okumuştum. Ama yıllardır ismini duymamıştım. Sharon Tate vardı, evet. Ölmüştü. Hayır, öldürülmüştü. Nasıl öldürülmüştü?
Filme devam ettim, o açık hava ilanlı sahneye geri döndüm. İşte o ilanın rolünü Polanski ve Tate üstü açık arabalarıyla onun önünden geçince anladım: İkisi Leonardio di Caprio ile komşudurlar.
Tarantino sadece benim filmi izlemeye başlamadan önceki hafızamla oynamıyordu. Filmin içinde de işte böyle, küçük numaralarla bana hafıza virajları aldırıyor, türlü oyunlar düzenliyordu. Ortasına geldiğimde sonunu da hatırlamıştım. Evet, Sharon Tate sekiz buçuk aylık hamileyken vahşice öldürülmüştü. Hem olaya hem de filmin sonunu tahmin edişime canım sıkıldı. Filmin sonunu hiç bilmek istemem, sondan başlayan romanları da hiç yazmam. Ama bakalım Tarantino neler söyleyecek başka diyerek devam ettim.

Filmin sonu, ama, beklenmedikti: Sharon Tate’i öldürmeye gidenler Leonardio di Caprio (tabii ki film icabı Rick Dalton) ile karşılaştılar ve içlerinden biri onu çevirdiği kovboy filmlerinden hatırlayıp, heyecanlandı ve filmin esas cümlesini söyledi: “Bize öldürmeyi öğretenleri de öldürelim”. Ne var ki, ava giden avlandı ve hepsi Brad Pitt ve Leonardio di Caprio tarafından öldürüldüler. Doğrusu o sahnelerdeki şiddet can sıkıcı olsa da pek üzülmedik.
Tarantino, tarihi değiştirmişti. Bunu o 1969’daki olaydan tam elli yıl sonra yapmıştı. Büyük olasılıkla yedi yaşındayken izlediği ya da okuduğu ve hafızasında unutulmaz bir düğüm oluşturan o olayı seçmişti tarihte değiştirmek için. Tarih değişmişti, artık bu kadar vahşice işlenmiş bir cinayet hafızalara kazınmayacak, şiddet eşiğimiz karınca kararınca bir tık eksik kalacaktı.

Bize öldürmeyi öğretenleri öldürelim. Bu tek cümle ile, şu günlerde yaşadığımız salgın başladığında bile ilkin silah mağazalarının önünde kuyruğa giren, silahlara sarılan Amerikalılardan, II. Dünya Savaşı ile fazlalaşan tüm o kovboy filmleri, John Wayne’ler, sonrasında onları katbekat aşacak kungfu, karate, (bu filmde de nedense Brad Pitt’ten dayak yiyen) Bruce Lee’ler, Hollywood’un durmayıp çeşitlendirdiği şiddetin bini bir paralık daha nice filmden söz ediliyor! O çok sevdiğimiz, Ennio Morricone’li müzikli Spaghetti Western’lerden, hayran olduğumuz, sonra da diğer filmlerini kaçırmadığımız Clint Eastwood’un silah lobisinin en yaman temsilcilerinden biri oluşundan da. Yakışıklı ve hızlı silah çeken kovboyun kişiliği bize ta Amerikalardan dokunmaz mı diye düşünürüz sahiden?

Hepsi bugün her yerde: Bize öldürmeyi öğretiyorlar, şiddeti meşrulaştırıyor. Kitlesel silahlar, kafayı bozup okul arkadaşlarını öldüren ergenler, 11 Eylül’e kadar uzanan ve sonrasında küresel savaşları pompalayan şiddet politikaları, her defasında dozu arttırıp bizi alıştırdılar. Dünyayı iyileştiren, misal, tıbbi araştırmalara (Covid-19!) daha çok kaynak aktaran bir düzen kurma yerine, bizleri şiddete boğdular.
Film kadar beğendiysem de, uzun uzadıya anlatmayacağım Benim Gibi Makineler’i. Bu romanda da McEwan bugün kullandığımız bilgisayardan tutun akıllı telefonlara, tüm o programlama ile çalışan aletlerin babası olarak düşünebileceğimiz Alan Turing’i ellilerde öldürmemiş, seksenlere dek yaşatmış. O ölmediği için her şey daha hızlı ilerlemiş, seksenlerde robotlar satışa sunulabilmiş. McEwan da tarihi değiştirmiş. Seksenli yılları baştan sona yeniden tasarlamış.

Peki, eğer size tek bir olayı değiştirme fırsatı verilse, tarihteki hangi olayı değiştirirdiniz?
Ne kadar zor bir soru değil mi? Bir de hani bilim kurgu filmlerinde sıkça rastladığımız sorun: Tek bir şey değiştirdiğimizde, ne çok şey değişir tarihin akışında.
Tarantino gibi şiddetin meşrulaşmasının bir ucundan tutup, münferit bir olay mı seçerdiniz? McEwan gibi tarihi alt üst mü ederdiniz?
“Bir Zamanlar Hollwood’da”yı izledikten hemen sonra, kendisine söz ettiğimde bana Tarantino’nun meselesiz film yaptığını söyleyen o çok sevgili arkadaşıma buradan selam olsun.
