Bellek salıncağında, Nazlı Eray’la
“Hayatımın Müsveddesi kâh neşeli, kâh hüzünlü bazı yaşam kesitlerini eğlenceli bir kurguya oturtmuş bir roman, bir oto-kurmaca. Kahramanları birbirinden renkli.”
Yılın kitabı benim için, en çok altını çizdiğim ve bana “hayatta bunu düşünüp yazamazdım ben” dedirten, “bellekte salıncak”la[1] bir ileri bir geri, tatlı tatlı sallandıran Nazlı Eray’ın Hayatımın Müsveddesi oldu. Bellek, nostalji aklımı kurcalayan konular olduğundan, oto-biyografiye yakınsayan metinler beni daha çok etkiliyor ama bu bir iltimas sebebi değil.[2]
Hayatımın Müsveddesi kâh neşeli, kâh hüzünlü bazı yaşam kesitlerini eğlenceli bir kurguya oturtmuş bir roman, bir oto-kurmaca. Kahramanları birbirinden renkli. Aile bireylerinin yanı sıra TOKİ evinin peşinde koşarken öldüğünden arabayı artık istemediğimiz yerlere süremeyecek olan, önüne beş bin atmadan konuşmayan eski şoför, yeni hortlak Ali; Şems’in türbesindeki işini Benjamin Franklin’e kaptıran ve sonra kendini hiç umulmadık bir yerde bulan Lokman; küçük Nazlı yiyecekleri yutmayıp yanağında tuttuğu an fark edip uyaran Pesent Hanım; Luigi Pirandello ve unutulmaz Mösyö Hristo da tabii. Favorim rüya tiyatrosu oynatan Salih Tozan ama kahraman ararsanız çok; her biri cins cins.
Eser hızlıca not alınmış bir müsvedde değil tabii ama meraktan bir çırpıda okunuyor. “Çabucak konuşuyordum, rüya hemen kesilebilirdi” (s. 35) diyerek bizi birbirini takip eden olayların birinden diğerine koşturuyor. An geliyor, insanları birbirine “bakalit telefon”larla bağlayan “sezon dolayısıyla tenha” bir “müşterek bellek istasyonu”nda (s. 43) biraz bekletiyor ama çok az. O da gerekli, çünkü yazar orada hatıranın ne olduğunu düşünmemizi istiyor.
Sen bir hatıra olamazsın… Hatıranın bir uzaklığı vardır. Hatıraya elini uzatsan dokunamazsın. Hatıra hep iyi şeyler söyler. Hatıra iyi zamanların içindedir… görünmez adam gibi sokaklarda dolaşmaz. Belki hiç konuşmaz. Hatıra yağmurla toprağa akan bir eski görüntü gibidir… unutmaz. Hatıra bir başka dünyaya geçmiş gibi olamaz, bu kadar çok yürek burkmaz… Sen hatıra olamazsın. Canlısın. (s. 54-55)
Tüm nostalji teorisini ancak edebiyat bir-iki cümlede özetleyebilir. Öğreniyor ama oyun da oynuyoruz, bazen kısa süren bir kedere ortak oluyoruz. Kolay değil hem hayatla hem biyolojiyle savaşmak; ikisinin denizle ufuk çizgisi gibi birbirine yakınsadığı anlara karşı koymak. Böyle bir savaşın her yaşta benzer yaşandığını bilmek belki bir çıkış noktası olabilir hepimiz için ama hatıralarla ya da diyelim terzi Sidoni’yle vedalaşmak… Bunları okumak yüreğimizi biraz burkuyor ama hayır, çok değil, zira metnin içinde beklemek imkânsız, çünkü yazar bizi hop Pangaltı’daki Kulüp Meyhanesi’nde cep telefonunu(n varlığını) keşfeden Salih Tozan’la buluşmasına sıçratmış, işkembe çorbası içerken “İstanbul Senfonisi” dinletiyor ve şu soruyu tartışıyor:
Geçmiş çoğunlukla hafifçe değiştirilip sivri tırnakları törpülenen bir şey değil mi? Geçmiş özellikle köreltilmiş, hiçbir şey kesmeyen bir neşter değil mi? (s.73)
Derde, tasaya takılmaya sahiden zaman yok. İçimizi hüzün kapladığı an “renkli kar gibi bir şey” görüveriyoruz havada. Ne olduğunu merak ederken bir öğreniyoruz ki, meğer “anı püskürt”müşler yukarıya! (s. 102) Anılar böyle rengârenk püskürünce biz de yazar gibi heyecanlanıyor, cebine yüz dolar atmış Ali’yle birlikte Monamur Pavyon’a dalıyor, keyfimize bakıyoruz. “Ver elini” Beyoğlu geceleri.
“Eski bir rüya gibi uzaklaşan” (s. 160) İzmir, ilk aşkla buluşulan Ankara, hep özlenen İstanbul ve yazarın anne babasıyla –hem de nerede!– tanıştığımız New York arasında gezip duruyoruz. Arada, hiç beklenmedik anlarda anılar ziyaretimize geliyor. Zaman ve bağlamlar zıp zıp zıplıyor, bazen de “sabahın dar pencerelerden içeriye sızmasını” (s. 123) bekliyor. Absürdlüğün ince nüansını iyi ayarlayabilmek bambaşka bir yetenek, anlıyoruz bunu. Ali kafamızı TOKİ eviyle ütülemese daha iyi olacak; biz de diş biliyoruz ona ama yazar dayanamayıp bağırıyor artık: “Geber!” Hazırcevap Ali durur mu hiç; “Geberdim efendim. Daha ne yapayım?” diyor ve burada atılan kahkaha bu yazıya ilham veriyor.
Nazlı Eray daha önce de anılarını yazmıştı, “belgesel bellekten” söz ettiği Rüya[3]Yolcusu’nda[4] mesela. Yine benzer bir tarzda, hayalî ve gerçek kahramanların birbirine karıştığı bir otobiyografi denmiş ona. Hayatımın Müsveddesi de arka kapakta metaforik roman olarak nitelenmiş. Muhtemelen kitapları arka kapağına bakarak seçen okurları henüz çok yaygın kullanılmayan oto-kurmaca tanımıyla zorlamamak, iç içe geçen edebi türler tartışmasını sonraya bırakmak için.[5] Oto-kurmaca son yıllarda okuduğum yaratıcı birçok eseri tanımlayabileceğim bir tür; Lea Ypi’nin Özgür’ünden, Annie Ernaux’nun Yalın Tutku’suna doğru giden bir spektrumda salınıp duruyor. Fantastik, büyülü gerçeklik gibi Nazlı Eray’ın içinde değerlendirildiği edebi akımlar, böyle bir oto-kurmacayı düşününce, benim aklımda muhtemelen kurgunun sınırlarını farklı bir şekilde zorladığından ötürü ikinci planda kalıyor. Zaten kurgusal olan anılarımızı tekrar kurgulamak daha eğlenceli geldiğinden belki. Kurgunun karesini almak, oyun içinde oyun yaratmak…
Kitapta geçen birçok ilginç sözü, örneğin yukarıda alıntılanan hatırayı tanımlama biçimini aforizma-sever sosyal medya fenomenleri neden şimdiye kadar keşfetmedi acaba? Neden Instagram’ın çok kalp toplayan hesaplarında boy boy fotoğraflarını görmedik bu kitabın? Bu soruyu birçok kişi kolaylıkla cevaplar. Nazlı Eray otuzlarının ortasında, daha cüretkâr ve daha derini yirmi, elli belki de yüz yıl önce yazıldığı halde bu sıfatlarla anılan, yeni bir şey söylediği sürekli varsayılan, hakkında iyi-kötü ama mutlaka konuşulan “genç” ve/veya “Batılı” bir yazar değil tabii.
Nazlı Eray
Tüm bu paradigmalarla ve önyargılarla baş etmek herkes için ne kadar da sıkıcı! Okuduğunuz cümlelerde ses birçok yazardan genç, yani yeni, oyuncu, komik ve tatlı çıksa da, absürdün tüm sınırları zorlansa da, kelimeler yaşsız olsa da yafta hazır. Piyasa mantığı alfabe harfleriyle dizerken nesilleri, gençliğin anlamı bir yerlerde güme gitti, bunu biliyoruz[6] ama gençlik olarak nitelenen demografik halin hâlâ ara ara yeniliği simgelediği de oluyor. Yine de şu soru aklımıza geliyor: Yeniyi üretmek kimin tekelinde sahiden? Bilimsel keşifler kaç yaşındayken yapılıyor? Bunlar aklıma Süleyman Nazif’in yüz yıl önce “yeni” kavramıyla kıyasıya dalga geçtiği konuşmasını getiriyor.[7] Bu topraklardan çıkmış bir yazar olunca, dünya edebiyatının her zaman gerisinden geldiğiniz paradigmasını aşmanız zaten bir hayli zor. Bu hepimizin bildiği gibi sadece edebiyata mahsus kültürel bir sorun değil.
Romanda beni etkileyen yerleri tek tek saysam bu yazı bitmez, ayrıca metnin büyüsünü kaçırmaktan da çekinirim. Trapezden düşülen zamanları kendime not aldım ama (yazarla benim aramda bir sır kalsın herkes okuyana dek). Vaktiyle Kemal Varol’un basmakalıp şiir eleştirilerini tiye alan K24’teki yazısının[8] benzerini roman eleştirileri için yazmayı çok istemiştim. Uzun yıllardır yazan bir yazara dair yazılacaklardaki klişe oranı çok daha bol, malum. Yılların deneyimi, tecrübeli yazar, kelimeleri yaş almayan! Bu kadar yaratıcı ve uçarı metin için kullanın bakalım bunları kullanabilirseniz!
Hoş, klişeden kaçış yok. Nazlı Eray bir ironi kraliçesi olarak nitelendiği an, nasıl itirazım olabilir? Sade, zeki ve çağrışımlarla ilerleyen, birçok yazarın rüyasında bile göremeyeceği, onu hep özgün kılan rengârenk salıncaklı ve hayal kurma uzmanı belleğini düşününce hele, kitaptaki sevdiğim şu cümleler geliyor aklıma: “Sen bir rüya olamazsın. Rüya uyanınca uçup gider.” (s. 61)
Tosun Meyhanesi’ndeki olayın “satırı” iyi ki yetişmiş, iyi ki kapısını çalmış Nazlı Eray’ın; okumaya doyamadım. Anı toplayıcılarının ve Salih Tozan’ın maceralarının devamını “Müşterek Bellek Merkezi”nde heyecanla bekliyoruz.
NOTLAR
[1] Nazlı Eray, Hayatımın Müsveddesi, Everest Yayınları, 2024, s. 45
[2] Bu yıl yayımlanma şartı olduğundan, yine bu yıl okuduğum diğer bir özgün otobiyografik deneme Şule Gürbüz’ün Öyle miymiş? (İletişim Yayınları, 2016) ve oto-etnografik deneme olan Tayfun Polat’ın Türkiye’de Bağımsız Müziğin Üretimi: Başlangıç (Kara Plak Yayınları, 2022) çok severek okuduğum ve bir gün haklarında yazmak istediğim son derece özgün diğer iki kitap. Tür karmaşası her yerde.
[3] Hülya Soyşekerci, “Bir Rüya Yolcusu Nazlı Eray”, K24, 2016.
[4] Nazlı Eray, Rüya Yolcusu, Everest Yayınları, İstanbul, 2016.
[5] Hem 2020’de (Diane Keaton’ın müthiş otobiyografisi) hem de 2023’te (Tanıl Bora’nın roman tadındaki Demirel biyografisi) bu türlerden yana kullanmışım tercihimi.
[6] Taçlı Yazıcıoğlu, “Piyasanın Şu Z Kuşağı”, Birikim, 2020
[7] Ruşen Eşref Ünaydın, Diyorlar ki, Bütün Eserleri, Röportajlar I, haz. Necat Birinci, Nuri Sağlam, Türk Dil Kurumu, Ankara, 2002, s. 83-84.
[8] Kemal Varol, “Ruhumuzu üşütecek şiirler”, K24, 2021.












