Alberto Manguel ile savaşın gölgesinde bir söyleşi:cui bono ve imkânsıza inanma egzersizleri

“Kitaplara gelecekte ne olacağı beni endişelendirmiyor. Bence kolektif intihara doğru gidiyoruz ama ben son ânımda da elimde bir kitap olmasını istiyorum. Tutkunuz hayatın gidişatını değiştirmese bile, o tutkuyla yaşamaya devam etmelisiniz. Ben kitap yazmaya, okumaya devam edeceğim.”

Bir okurun sevdiği yazarla arasındaki diyalog kâh merak kâh hayranlık arasında gelip gider. Her okur sevdiği yazarı tanıdığına inanır ama bu dünyanın en masum yanılsamasıdır. Bunu bilirken tanışmaya cesaret etmenin hikâyesi her zaman bilinmeze gebedir. Mümkün mertebe sıradan ve yabani bir okur olarak kalmaya çalıştığım edebiyat yaşamımda tanışmayı istediğim çok az yazar oldu bundan ötürü. Onu daha çok bir kitap bilgini olarak gördüğüm için belki, bu istisnalardan biri Alberto Manguel’di.

Okumayı sevenlerin tüm dünyadaki kutsal kitabı olan Okumanın Tarihi’nin[1] yirmi dört yıl önce yayımlanmasından hemen sonra başladı Manguel maceram. Sonra çıkan her kitabını okumaya çalıştım, Geceleyin KütüphaneOkumalar OkumasıMerak… Hep bilinmez âlemlerden seslendi, hep merakımı körükledi. Manguel’e sadece okumanın Eros’u değil “Kütüphanelerin Don Juan’ı”[2] da diyen George Steiner’la da tanıştım sayesinde, ortak dostlarımız giderek arttı. Bunların en başında, onun tüm soruların cevabını bulduğu kitap olarak tanımladığı Alice Harikalar Diyarında’nın –Alice dahil– tüm kahramanları geliyordu, tabii.

Çevrilmiş birçok eserine ek olarak, üniversitelerimizde yaptığı konuşmalar, kurduğu dostluklar, Ahmet Hamdi Tanpınar’a nazire yazdığı Tanpınar’ın İzinde Beş Şehir[3] kitabının belgeseli[4], ilham verdiği ve benim sonra ziyaret edip bu söyleşideki fotoğrafları çektiğim video[5] ile kültür-sanatımızı doğrudan ve dolaylı etkileyen, tek bir kimliğe hapsedilemeyecek birini tarif etmek zor sahiden. Sayısız eseriyle dünyanın en önemli entelektüellerinden olan, Arjantin Ulusal Kütüphanesi’nin müdürlüğünü yapmış, öğrenciliğinde dört yıl Borges’e kitap okumuş bir yazarla tanışmayı hangi okuru istemez?

Vaktiyle bu hayalimi yazdığımdan olacak, K24 bir söyleşi teklifiyle gelince yabaniliği sürdürüp sevinmezlik edemedim. Bu işin tahmin ettiğimden meşakkatli olacağını hiç mi hiç beklemiyordum.

Söyleşi henüz gerçekleşmeden hikâyesi ortaya çıkıyor

Manguel’le söyleşi fikri çok heyecan vericiydi ama sadece üç buçuk gün önce kesinleşmişti. Senelerdir çalıştığı konu hakkında hiçbir şey bilmediğini hisseden öğrenci gibi hemen bir çalışma planı yaptım. Tüm bu plan ikinci gün, son kitabı Maimonides’in[6] yayımlanma tarihinin Ocak 2025 olduğunu anladığımda bozuluverdi! Bu denli sıkı takipçisi olarak zaten ancak o sırada yayımlandıysa kaçırabilirdim! Çalışkan ama bahtsız öğrencilerin kaderi budur, sorular hep bilmedikleri yerden çıkar. Maimonides’i okumadan onunla görüşmeye gidemezdim!

Derste buna benzer şekillerde inceleyebileceğimiz bu altı cümleyle yetmişlerdeki solcu bir ailenin bir 45’lik üzerinden çizilen tablosu gözümüzün önünde capcanlı. Aklımızda sorular belirmiş, bir kısmını belki biz araştıracağız ve bu yepyeni bir alan açacak. Bunu ideal bir Yayınevi kitabın dijital kopyasını yolladı yollamasına ama yayıncı kopyasına not alınmıyordu. Hemen fırlayıp satın aldım, zaten son kitabı elimde olmadan yanına gitmek mi, daha neler! Birkaç sayfa okuyarak okuma hızıma baktım. Maimonides bir buçuk günde bitmeyecekti ama felsefe kısmını biraz hızlı geçersem çoğunu okuyabilecektim. Bir edebiyat söyleşisinde mutlaka yeni yayımlanmış eserden de soru sormak gerekir ama keşke kitap bu kadar az bildiğim, fikrimin böylesi az olduğu bir konu hakkında olmasaydı: Orta Çağ Endülüs’ünde başlayan türlü şehirlerde geçen yaşamı Kahire’de son bulan, akılcılığa davet eden, ‘ikinci Musa’ olarak anılan, ünlü hekim, dilbilimci, filozof Maimonides’in hayatı.

Maimonides’i okurken birkaç alaycı yorumla karşılaşmadım değil. Yakın zamanda bu sitede de tartışıldı.[7] Önyargıların üzerimize yapıştırıldığı, biçilmiş kimliklerimizin olduğu bir dünyadayız ne yazık ki. Tarihi her hesaplaşma yüzlerce yıl öncesine kadar varabiliyor. En fenası hepimizin başına gelebiliyor.

Bunları aklımdan savuşturup güzel ışıklandırılmış ahşap raflara dizili kitaplarla dolu bir odada, edebiyat, masal kahramanları, bizi bekleyen gelecek, yapay zekâ, merak ettiğimi türlü soruyu, elinin altından on binlerce kitap geçmiş Alberto Manguel’e sorabileceğimi hayal etmeye başlayınca içim rahatladı. Sayısız derinlemesine görüşme yapmış bir araştırmacı, yazılı sözlü birçok söyleşi vermiş bir yazardım neticede, bunun da altından kalkardım!

Elbette… Eğer o gün sıradan bir cuma olsaydı!

Ali Kazma’nın Alberto Lizbon’da (2024) videosundan bir kesit.

Söyleşi günü güneş farklı bir zamana doğuyor

Sizi asla habersiz bırakmayan bir coğrafyadaysanız, sorular ve sorunlar Orta Çağ’dan değil Orta Doğu’dan çıkar. O sabah da olan oldu: İsrail uzun süredir hedeflediği işi gerçekleştirdi ve İran’a saldırdı. Uzun zamandır içimizi kan ağlatan Orta Doğu için bile kötü bir gün varsa o da o gündü! Çoğumuzun aklından çıkmayan o felaket senaryoları artık gerçekleşecek, üçüncü dünya savaşı çıkacak mıydı yoksa? Belki de çoktan çıkmıştı ve öncekilerde olduğu gibi biz sadece bunun farkında değildik.

Yarım saat öncesinde yayınevinin kapısının önündeydim. Karşı sıradaki Hazzopulo Pasajı’nda minik bir çay ocağı olduğunu anımsayıp hemen İstiklâl Caddesinin karşı tarafına geçtim ama canım çay kahve istemediğinden o an boş duran, üstünde tişört satıldığını hatırladığım üç katlı beyaz merdivenin ilk basamağına oturdum, Maimonides’in en ünlü eseri Şaşkınlara Kılavuz’un[8] anlatıldığı bölümden birkaç sayfa daha okudum, işime yarayacakmış gibi altını çize çize. Kepenkler kaldırılırken kalkma zamanım da gelmişti.

Beni karşılayan yayınevi görevlisiyle asansöre bindiğim anda, okur-yazar maceramızı başlatan kitaplığımın en gözde rafındaki Okumanın Tarihi’ni de imzalatmak için yanımda getirmediğim aklıma geldi. Hangi iyi okur bu hatayı yapar ki? Neyse ki Maimonides vardı yanımda.

Cam duvarlarla oluşturulmuş toplantı odasına girdiğimizde açık gri fötr şapkası ve yakasına anlamının ne olduğunu sormaya cesaret edemediğim minik bir beyaz mine çiçek iğne takılı kırışmayan bir kumaştan yapılmış ekru ceketi, beyaz gömleği ve siyah pantolonu içinde çok şık, yirmi dört yıldır merak ettiğim Alberto Manguel beni bekliyordu. Bir masada oturacaktık ve ona baktığımda fonda görmeyi umduğum kitaplar değil, önüne bir beyaz tahta dayalı soğuk bir cam bir duvar olacaktı. Bir önceki söyleşi henüz bitmişti. Elimde acemice CV gibi tuttuğum soru kâğıtlarıyla toplantı odasının dekorunu tamamlıyor gibiydim.

Ali Kazma’nın Alberto Lizbon’da (2024) videosundan bir kesit.

Maimonides ve önyargı iklimi

İlk tur ısınma sorularıdır hep. Benim için kendisinin bir istisna olduğunu söyleyerek tanışmak istediği bir yazar olup olmadığını sordum. Gülümseyerek teşekkür etti ve heyecansız bir sesle cevap verdi.

“Sevdiğim birçok yazarla tanışma şansım oldu, bazılarıyla iyi arkadaş olduk. Bence kitapla yazarı birbirinden ayırmak gerekiyor. Olağanüstü kitaplar yazmış ama tanışmak istemediğim yazarlar var. Bir de çok iyi kitaplar yazmayan ama harika birer insan olan yazarlar var. Bence bu ayrımı yapabilmek önemli. Benim şansım sonradan arkadaş da olduğum birçok harika yazarla tanışabilmek oldu.”

İsim vermemişti. Bu kadar durgun görünmese bile ısrar etmek gibi bir kabalığı aklımın ucundan geçiremezdim. İkinci soruya geçmek için, Ali Kazma’nın “Alberto Lizbon’da” videosunun da gösterildiği sergi açılışıyla birlikte İstanbul’da olma sebeplerinden biri olan yeni kitabı Maimonides’le ilgili konuşmaya başlayacağımızı söylerken hemen araya girdi. Esas gelme nedeni o serginin açılışıydı. Gelmişken kitaplarıyla ilgili birkaç etkinliğe de katılacaktı. Neticede benim onca endişeyle bitirmeye çalıştığım, “Maimonides sadece bir tesadüf”tü. İlk soruya tam yanıt yok, ikinci soruya girerken yaptığım eksik varsayım, bir tesadüfe vakfettiğim onca zaman… sınav kötü başlamıştı. Derin bir nefes ve bir yudum su aldım.

“Yine de güzel bir tesadüf zira ilk sorularım Maimonides’ten. Onu okuyanlar arasında 20. yüzyılın önemli yazarları Kafka, Joyce ve kitabınızda alıntıladığınız gibi Tanrı’nın varlığını ispatlamak isterken ondan esinlendiğini tahmin ettiğiniz Borges de var. Onun 12. yüzyılda, dört yüz bin kitaplı kütüphanesi bile bulunan Kordoba’da başlayan yaşamını okurken kendimi adeta Orta Çağ’a ışınlanmış gibi hissettim, o dönem hakkında ne az şey biliyoruz. Sizi en çok etkileyen bulgunuz hangisi oldu?”

“Kordoba sahiden o zaman için üç dinin, İslam, Yahudilik ve Hristiyanlığın birleştiği büyük bir kültür merkeziydi. Bu özelliğiyle ancak Bağdat’a benzeyebilir. Maimonides on-on bir yaşındayken Kordoba’da rejim değişir ve ailesiyle birlikte sürülür, Kuzey Afrika, Kudüs gezerler, sonra Kahire’ye yerleşirler, Fustat’a. Maimonides’in çocukluğu Araplar ve Yahudilerin bir diyalog içinde olduğu zamanlara ait.”

Çalışkanlığını ispat etmeye çalışan her öğrenci gibi atıldım, “Hatta Yahudi Arapçasıyla yazmış çoğu eserini.”

“Evet, Şaşkınlara Kılavuz’un İbraniceye çevrilmesi gerekmiş. Bir daha rastlanmayacak bir şekilde kültürlerin entelektüel olarak birleştiği bir zamanmış. Bugün başkalarının kültürünü öğrenmekte zorlanıyoruz. Bu önyargı ikliminde Maimonides’in kazandırdığı birçok şeyi kaybetmiş durumdayız.”

Maimonides’in kişiliğini merak ettiğinden daha çok buna odaklandığını, İbranice ya da Arapça bilmediğinden birinci elden araştırma yapamadığını açık yüreklilikle anlatırken, “Müthiş bir bilgin, bir hekim, bir mistikti. Çoğu zeki insan gibi, farklı yeteneklere, farklı ilgi alanlarına, farklı yönlere sahipti ve olağanüstü olan bunların hepsinde parlak olmasıydı ama herkes onu hep onu tek bir kimliğe hapsetmek istedi” dedi ve duraksayıp arkasına yaslandı. İmalı bir bakışla Maimonides’in en ünlü eseri Şaşkınlara Kılavuz’un onun ismiyle başka biri tarafından yazılmış olabileceğini söyledi. Bunun matbaanın keşfine dek yazılmış birçok kitap için geçerli olduğunu söyleyince ben, başını sallayarak onayladı ve sözlerine devam etti.

“Günümüzün özeti artık bir önyargı ikliminde olmamız, kimsenin birbirini anlamadığı hatta buna çalışmadığı.”

Bu sözleri gelecek sorumun yolunu da yaptığından sevindim. Babil Kulesi’nin yükseldiğini görüp, buna çok kızan Tanrı’nın dilleri karıştırarak insanlığın başına sardığı en büyük beladan yola çıkmayı ve Orta Çağ’dan bugüne geçmeyi planlamıştım.

Ali Kazma’nın Alberto Lizbon’da (2024) videosundan bir kesit.

Babil Kulesi laneti, ölümsüzlük ve Elon Musk

“Maimonides düşüncesi, Babil Kulesi lanetinin daha çok yayıldığı, halkların bir diğerini anlamadığı günümüz dünyası hakkında bizlere ne söyler sizce?”

“Maimonides bugün yaşasaydı, zamanımızın totaliter rejimlerine karşı savaşır ve hayatta kalmak için stratejiler önerirdi, Kuzey Afrika’daki Yahudilere ölmemek için İslam’ı kabul etmelerini önerdiği ya da bir mektupla Yemen’deki Yahudi topluluklarına hayatta kalmak istiyorsanız din değiştirin ama dualarınızı da edin, diye yazdığı gibi, çünkü Tanrı onun için hayatta kalmamızı ister, ölmemizi değil. Düşünün, derdi, mantıklı sorular sorun! Amerika Birleşik Devletleri’nde, İsrail’de, dünyanın her yerinde tanık olduğumuz totaliter bir rejimde hayatta kalmak için stratejiler önerir aklın önemini vurgulardı. Kendinizi içgüdüsel dürtülere veya Tanrı’nın sizi bir şekilde seçtiği düşüncesine göre yönlendirmeyin çünkü siz bundan daha iyisiniz. Ne olursa olsun, hangi koşulda olursa olsun, insan hayatını korumalısınız.”

“Siz de hep bunu vurgularsınız. Bir The New York Times yazınızdaydı sanırım, artık memento mori kuru kafalarını masalarımızın üstünde tutmadığımızı yazmıştınız.”

Gülerek, “Benim masamın üstünde var!” deyince, ben de güldüm, “İma ettiği şey yüzünden çoğumuzun yok!” diyerek bir sonraki soruya geçtim: “Bizler bilakis ölümü hiç sevmiyor, ölüme dair düşünmekten mümkün olduğunca kaçınmaya çalışıyoruz. Hatta insanların öldüğünü duymak bile istemiyoruz. Siz de sonlardan ziyade başlangıçlara ilgi duyduğumuzu söylersiniz hep. Bu bizi dünyanın kötülüklerine karşı kayıtsız mı yapıyor? Kendimizi hep bir işbirlikçi ya da suç ortağı hissetmekte haksız mıyız? Aslında Maimonides’i de anarsak, tövbe için bir olasılık kaldı mı?”

“Tövbe için her zaman imkân vardır. Hepimizin tövbe etmesi gereken çok şey var. Sorun şu ki, tövbe edemiyoruz. Tövbe ile ilgilenmiyoruz, her birimiz ayrıcalıklı olduğumuzu ve kurtulacağımızı düşünüyoruz. Her birimiz birer Elon Musk’ız ve onunki gibi Mars’ta küçük bir sığınağımız var ve böylelikle hayatta kalacağız! Doğrusu Antik dünya ve Orta Çağ daha akıllıydı. Bir sonu olduğunu bildikleri için insan hayatının değerini tamamen anlamışlardı.”

“Ölümsüz olmak istemiyorlar mıydı?”

“Ölümsüz olmanın süre ve zaman dışında bir avantajı yoktur. Eos’un, Zeus’tan Tithonus için sonsuz yaşam dilemesi bir lanettir çünkü sonsuz gençlik dilemeyi unutmuştur. Yıllar geçtikçe ölemez, yaşlanır, zayıflar, hastalanır ve daha az enerjisi olur.”

“Siz ölümü kabul etmeyi, hayatın zirvesi olarak, iyi bir romanın son bölümü gibi görürsünüz. Sizce hayatı iyi yaşamanın temelinde bu kabul mü yatıyor?”

“Evet, kesinlikle. Ölümü kabul etmek, hayatın son anı olarak görmek çok önemli. Hepimizin ölümlü olduğunu düşünürsek, ölümün bir anda, mesela bir yıldırımın bu masaya çarpmasıyla gerçekleşebileceği fikrine alışmalıyız. Hayatımızın her anında hazırlıklı olmalıyız; evraklarımız tamam, borçlarımız ödendi, yanlışlarımızdan tövbe ettik diye düşünebilmeliyiz. Hıristiyanlarda ölüm döşeğinde günah çıkartma, Yunan kültüründe ise hayatın sonunda borçların ödenmesi gibi ritüeller var. Her kültürün, hayatı anlamlı kılmak için bu tür kapanış ritüelleri çok önemlidir. Dante’nin İlahi Komedya’sı bile mutlu sonla biter çünkü sonunda bir aydınlanma vardır ama ortasında bırakırsanız, komedi mi trajedi mi olduğunu bilemezsiniz. Ve bu, ölümlü olsak bile hepimizin başına gelen şeydir. Bu yüzden, ölümü hayatın bir doruk noktası, iyi yazılmış bir romanın son bölümü olarak kabul etme fikrinin, iyi bir yaşam sürmenin özü olduğuna inanıyorum. Bunu siz de çok iyi bilirsiniz.”

Sahiden de bir romanın sonunu yazmaktan güzel ne vardır? O en son cümlesini, zevkle konulan o en son noktasını. Ölüme böyle bakmanın rahatlatıcı bir yanı olduğu kesin.

Ali Kazma’nın Alberto Lizbon’da (2024) videosundan bir kesit.

İtaat, Cassandra ve cui bono?

Mistik okuma anları, masal kahramanlarıyla devam edecekken nasıl olmuştu da konu ölüme gelmişti? Muhakkak benim yüzümdendi. Aklımdan çıkmayan sabahki haberler… Hiç değinmediğine göre henüz duymamıştı. Konuyu değiştirdim:

“Hikâye ve masalları ne kadar sevdiğinizi tüm okurlarınız iyi bilir. Kitaplarınızda unutulmaz karakterlerden hep söz edersiniz. Maimonides’te bile Alice’ten ve Binbir Gece Masalları’ndan anekdotlar var. Bunların çoğunu çocukluğunuzda okuduğunuzu tahmin ediyorum. Acaba ilk okuduklarımız hayallerimizde daha mı çok yer eder?”

“Okuduğumuz yaşın önemli olduğunu düşünmüyorum. Bazı kitaplar ve karakterler, ne zaman okursanız okuyun, sizi etkiler. O karakterler, o kitaplar, düşünme ve hayal etme biçimimizi şekillendirir ve duygularımızı, tutkularımızı, hislerimizi, düşüncelerimizi isimlendirmemiz için bize bir kelime dağarcığı sağlar. Bize duygu, düşünce ve tutkularımızı adlandırmak için bir dil sunar. Herkesin kalbinde farklı karakterler vardır. Mesela ben Kırmızı Başlıklı Kız’ı da çok severim; çünkü anarşik bir karakterdir. Doğrudan büyükannesine gitmeyerek orman yoluna dalar, çiçek toplar, meyve toplar. Orada da kurtla karşılaşır tabii ama bu onun hayatına anlam katar. Macerayla yüzleşmek zorundasın.”

Alice’ten söz etme zamanıydı. Elimdeki notların yıldızını hemen söyleyiverdim:

“Alice’i sanırım Kırmızı Başlıklı Kız’dan daha çok seviyorsunuz ki kızınızın ismi de bu.”

O ana dek sadece durgun değil, önceki söyleşiler yüzünden biraz yorgun olduğunu düşünmeye başladığım Manguel ilk kez bu kadar neşeli bir şekilde gülümsedi, başını salladı. Hedefi tutturduğuma ve diyaloga geçtiğimize artık kani, anarşik olma daha doğrusu itaat hakkında söyleyeceklerimi aklımda tutarak devam ettim:

“Kitaplara gelecekte ne olacağının değil de dünyanın durumunun sizi endişelendirdiğini kolektif bir intihar dünyasında yaşadığımızı söylüyorsunuz. Bu duruma dahil olmak istemeyen biri sizce ne yapabilir?”

“Evet, kitaplara gelecekte ne olacağı beni endişelendirmiyor. Bence kolektif intihara doğru gidiyoruz ama ben son ânımda da elimde bir kitap olmasını istiyorum. Tutkunuz hayatın gidişatını değiştirmese bile, tutkuyla yapmaya devam etmelisiniz. Ben kitap yazmaya, okumaya devam edeceğim.”

“Dünyada ne olursa olsun devam edecek misiniz?”

“Evet, ama ne olacağını biliyorum zaten, her şey çok yakında sona erecek.”

“Nasıl bir son olacak bu?”

“Bilmiyorum, belki bir nükleer savaş, belki gezegenin çöküşü… Yanlış yaptığımız o kadar çok şey var ki! Şimdi okullarda, kamusal alanlarda birbirimizi silah ve bıçakla öldürüyoruz, araçları kalabalığın içine sürüyoruz. Sonumuza götüren birçok farklı yol var.”

“İki dünya savaşı geçirdik. O dönemler daha kötü değil miydi?”

“İki dünya savaşı zamanı daha kötü değildi. O sırada başka bir güç vardı; totaliter olmayan, umut veren bir güç, yani Amerika. İkinci Dünya Savaşı’nda Stalin, Mussolini, Hitler vardı ama barışı mümkün kılacak bir Amerika da. Sığınacak bir yer, o güçlere karşı savaşacak bir güç. Şimdi Çin, Amerika, Rusya, Avrupa ve İsrail faşistleri var. Onlara karşı savaşacak kimse yok.”

“Birbirleriyle savaşacaklar.”

“Evet ve dünyayı mahvedecekler. Duymuşsunuzdur belki, dün gece mesela İsrail İran’ın nükleer tesislerini bombaladı.”

Sessizlik. Demek biliyordu. Demek görüşmemizin başından beri bunun bulutu ikimizin de üstündeydi. Önceki söyleşinin yorgunluğu değildi hissettiğim. Onun da canı sıkkındı, bu yüzden durgundu. Başımı önüme eğdim. Sabahtan beri aklımdan savuşturmaya çalıştığım karşı karşıya olduğumuz büyük tehlike hakkında diyecek bir sözüm yoktu. Durdum, neyse ki o devam etti, sonra olacakları o da tahmin ediyordu.

“İran da karşılık verecek ve bu böyle devam edecek, çünkü bu güçler az önce konuştuğumuz insan hayatının kutsallığına inanmıyor. Çocukları, torunları ölsün umurlarında değil. Dünyadaki üç büyük dinin hepsi, tevatüre göre, kendi oğlunun boğazını kesmeye hazır bir adamdan geliyor. Eğer kendi oğlunu öldürebiliyorsan, neden komşunu ya da Gazze’deki bütün bir halkı öldürmeyesin?”

Alberto Manguel

“Hayatımda gördüğüm en etkileyici sanat eserlerinden biri tam da bununla, itaatle ilgiliydi. İtaatin dini kökenleriyle ilgili bir yerleştirme, Gehorsam. Berlin’deki Yahudi Müzesi’nde görmüştüm, Saskia Boddeke ve Peter Greenaway’in sergisi.”

“Peter Greenaway’i çok severim.”

“Ben de. Yalnız yerleştirme Boddeke’nin, içindeki videolar Greenaway’indi. İbrahim ve oğlu hikâyesinin aslında başımıza sardığı itaat sorunu yüzünden dünyanın bu hale geldiğini anlatıyordu sergi. Bu söyleşinin yayımlanacağı K24’e bununla ilgili bir yazı[9] yazmıştım. Oradaki iç içe geçmiş odaların bir tanesi hele gözümün önünden gitmez. Dünyanın dört bir tarafından gelmiş ve tam İbrahim’in İshak ya da İsmail’i kurban etme anının resmedildiği sayfası açık, yüzü aşkın, yüzlerce yıllık kutsal kitabın bulunduğu büyük bir salon düşünün. Nefes kesici bir temsildi.”

“Öyle görünüyor. İşbirlikçilikten söz etmiştiniz önceki sorunuzda. Almanlar toplama kamplarında neden insanları öldürdünüz sorusuna şu cevabı veriyordu: ‘Sadece emirleri uyguluyorduk.’ Bugün dünyadaki suçları işleyen insanlar için de aynı şey geçerli. Aynı zihniyet. Her şey itaat sorunu. Günümüz dünyasında etik ve pozitif hareket eden insanlar hâlâ var, tamamen kaybolmadılar. Romanlarda olmadığı kadar gerçek hayatta da etkileri yok. Örneğin Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres dürüst biri, hitabeti de iyi ama hiçbir etkisi yok. Tıpkı Cassandra gibi… Her şeyin kötüye gideceğini söyler ama onu kimse ciddiye almaz.”

Apollon’un kehanet yeteneği verdiği, Truva atının bir tuzak olduğunu söylediği halde kimsenin onu dinlemediği Cassandra’dan söz ediyordu. O sırada saatine baktı, onu yorduğumdan biraz tedirgin olup zamanımı aşıp aşmadığımı sordum. Son derece kibar bir şekilde hâlâ zamanımızın olduğunu söyledi, meğer bir şoför onu gelip alacağı için saatine bakmak istemiş. Biraz daha zamana ihtiyacım vardı, sevindim. Dünyanın gidişatına çok dalmış gibiydik ama neyden söz edersek edelim çıkacağımız kapı değişmeyecekti. O gün böyle bir gündü.

“Kitapların beynimizin uzantıları, toplumların kimlikleri olduğunu söylersiniz hep. Peki sizce bu rol, e-kitapların gelişmesi ve kütüphanelerin dijital alanlara dönüşmesiyle birlikte değişecek mi?”

“Her okuma döneminin kendine özgü bir teknolojisi vardır. İster kil tablet, ister papirüs tomar, ya da parşömende kodeks, ister basılı kitap, şimdi de elektronik kitap… Elektronik kitap son teknoloji değil. Daha pek çok yeni teknoloji çıkacak. Her teknoloji nasıl kullandığımıza bağlıdır. Bu nedenle, bunun olumlu bir teknoloji olup olmayacağı tamamen bize bağlı. Elbette bilgi yayma ve kullanım kolaylığı açısından daha önce hiçbir teknolojinin yapamadığı şeyleri yapabilir. Ama işte tam da bu kolaylık onu tehlikeli hale getiriyor, çünkü –şu anda gördüğümüz gibi– sahte haberleri de yayıyor. Ve bizler çok safız. Belki ejderhalara inanmıyoruz ama Yahudilerin hava durumunu değiştirdiğine ya da Biden’ın bir robot olduğuna inanabiliyoruz. Çok safız ve bu sanal teknoloji bizim saflığımızı teşvik ediyor. Telefonda bir şey çıkıyor, ‘Mars’tan biri Elon Musk’a akıl veriyor’ diyorsun, sonra da, ‘Of, bu çok korkunç’! Ama aslında burada aklını (reason) kullanmıyorsun.”

“Biz sadece…”

“…akılcı olmalıyız. Bence Roma hukukunda çok önemli bir soru vardı ve bugün hayatımızın her alanında bu bize çok faydalı olabilir. Roma hukukunda, ihtilaflı bir durumda şu soru sorulurdu: Cui bono? – Bu kimin işine yarıyor? Mesela şu cep telefonuna bakalım. Bu olumlu bir teknoloji mi? Kimin işine yarıyor? Telefonu üreten şirketin mi, Elon Musk’ın mı, sizin mi? Peki hangi koşullarda? Ve kontrol kimde? Cui bono sorusundan çıkan bu sorular gerçekten çok faydalı. Bu sorunun sorulmasına izin vermek gün içinde yaptığımız her şeyi yeniden düşünmemizi sağlar. Uber’e binerken, sosyal medyaya girerken, bir bilgiyi sisteme dahil ederken… Kimin işine yarıyor?”

Ali Kazma’nın Alberto Lizbon’da (2024) videosundan bir kesit.

İmkânsıza inanma egzersizi, iki kitap ve bir film

Kapımızdaki savaşın ikimiz arasında bir dayanışma hissi yarattığını hissettim. Artık kendimi bir sınavda hissetmiyordum. Kalan sorulardan esas merak ettiklerimi rahatça sorabilirdim. Grimm Masallarındaki evlenebilmek için akıllı olduğunu kanıtlaması gereken, kilere gidip bir kazma (bizdeki versiyonda baltadır) görerek kuruntulara kapılan Akıllı Else’ye (Elsie) uğrayıp edebiyata ve sinemaya geçmeye karar verdim.

“Yıllar önce Kanada’daki Geist dergisinde “Akıllı Else” hakkında yazdığınız denemeyi okumuştum.”

“Evet, sonra o masalı Efsanevi Yaratıklar’da da anlattım.”[10]

“En sevdiğim kitaplarınızdan biri o. Sonra birkaçını The New York Times’a da yazdınız. Hikâyeyi yorumlayışınızdan şunu düşünmüştüm: Gerçekten hiç kimse tüm bu felaketlerin geleceğini öngöremedi mi?”

“Hayır. Şaşırtıcı olan şu asıl: Olacakları bilsek bile olmayacaklarını, farklı olacaklarını umarız. Bir hikâyeyi okursunuz, karakterin öleceğini bilirsiniz ama yine de ölmeyeceğini umut edersiniz. Yapay zekâ bile satrançta en iyimizden daha iyi oynayabilir ama tüm olasılıkları öngöremez. Geçmiş deneyimlere dayanarak geleceği öngörmeye çalışmak işe yaramaz çünkü kaos yasası işler. Astrofizikle de ilgileniyorum. Belki bu gece dünyaya bir asteroid çarpacak. Geleceği bilmek imkânsız. Bu yüzden şaşırıyoruz.”

“Bugün yaşadıklarımız kolay değil. Geçmişe bakınca bir şaşkınlık hissediyoruz. Sizce kazmayı ortadan kaldırmanın hâlâ bir yolu var mı?”

“Bunun yanıtı da hayır. Tıpkı iyi bir romandaki gibi; ne olacağını bildiğinizi sanırsınız ama sonra bir dönemeç gelir, tüm parçalar önünüzde olmasına rağmen sizi şaşırtır. Yazar tıpkı Cassandra gibi size ne olacağını söylese bile her şeyin farklı olacağını umut ederiz.”

“Demek esas umuttan kurtuluş yok!” diyorum, gülümsüyoruz. Bu sefer o bir şey söylemiyor, ben devam ediyorum. Ne cevap vereceğini biliyorum bu sefer.

“Roman dahil birçok tür denediniz. Bunlar içinde ‘en çok şunu seviyorum’ dediğiniz bir tanesi var mı ve en zoru hangisini yazmaktı?”

“Pek yok. Roman yazmayı çok seviyorum, bildiğiniz gibi hikâye uydurmak çok eğlencelidir ama daha emek ister. Deneme yazarken elinizde bazı bilgiler ve deneyimler hazırdır. Roman yazarken, yine bildiğiniz gibi, yazacağınız her şeyi uydurmanız gerekir. Bu güzel bir egzersizdir.”

“Peki, Sieglinde Geisel ile söyleşinizi yazdığınız kitabın[11] epigrafına da koyduğunuz Beyaz Kraliçe’nin Alice’e tavsiye ettiği şu her sabah kahvaltıdan önce altı imkânsız şeye inanma egzersizini siz yapsanız, bunlar ne olurdu?

“Ah, altı imkânsız şeyden daha fazlası olurdu! Dünyada yaşayan bizleri, bu dünyanın ne denli harika olduğunu, içinde ne kadar güzel şeyler olduğunu ve insanların ne harika şeyler yaptığını ve tüm bunların neden varlığımızın merkezini oluşturmadığını! Güneş parlıyor, çiçekler açıyor ve güzel bir bardak şarap ve Greta Thunberg bir gemide insanlara yardıma gidiyor! Neden bunlar varlığımızın merkezinde değil? Bunlar imkânsız şeyler.”

“İmkânlı ama imkânsız… Bilirsek hayal de edebiliriz belki. Bazı okurlar kitaplarınızın onlara kendilerini cahil hissettirdiğini ama tam da bu yüzden sizi okumayı sevdiklerini söylüyor. Hikâye anlatımını bilgiyle harmanlayan kitaplar sanki giderek daha çok okunuyor. Yapay zekâyı da göz önüne alacak olursak, sizce edebi kurgu nereye gidiyor?

“Hiçbir fikrim yok. Yalnız çok okunan kitaplar, çok satan, az satanlar diye ayırmak gereksiz. Bir kitap sizi etkiliyorsa, ilginizi çekiyorsa o sizin için iyi bir kitaptır. Benim ilgimi çekmeyebilir ama bu onun değerini değiştirmez. Kurmacanın nereye gittiğine dair bir öngörüm yok ama zaman zaman olağanüstü eserlerle karşılaştığımda çok mutlu oluyorum. Normalde bir kitaba klasik demek için 10-20-30 yıl beklemem gerekir ama son zamanlarda 21. yüzyılın klasiklerinden olabilecek iki kitap okudum.”

“Hangileri onlar?”

“Biri Alman yazar Daniel Kehlmann’ın The Director[12] adlı eseri—gerçek bir başyapıt. Diğeri ise çok genç bir İrlanda-Libyalı yazarın ilk romanı. Adı Ferdia Lennon, John Lennon gibi. Kitabının adı Muhteşem Zaferler[13]. Neyse ki her yerde tanındı, Türkçeye de çevrildi. Bunlardan söz ettim çünkü ikisi de son on yıldır okuduğum en iyi iki eser. Juan Gabriel Vásquez ve Olga Tokarczuk da var, bana göre gerçekten klasikler. Uzunca bir süre okunacaklar, tabii sağ kalırsak.”

“Mutlaka okuyacağım ve dileğimiz bu tabii. Ayrılmadan bir de son zamanlarda hoşunuza giden bir film oldu mu, bunu da sorayım.”

“Eğer çoğu kişinin duymamış olduğunu tahmin ettiğim iyi bir filmden söz edecek olursak, Timbuktuyu söyleyebilirim, Moritanyalı bir yönetmene ait. Hamas’ın bir köye gelip şeriatı dayatmaya çalışmasını anlatıyor. İzlediğim en güzel, en zekice yapılmış filmlerden.”

Okurlarının bu önerilerden çok hoşlanacağını söyledim. Tam umduğum gibi bulmuştum Alberto Manguel’i, tarzı, esprileri ve anlattıklarıyla eserlerinden pek de farklı değildi. Heyhat! Nasıl hızlı geçtiğini anlayamadığım ve tekrar dinleyene dek hiçbir şey soramadığıma inandığım büyülü dakikalar bitmişti.

Okumanın Tarihi’ni imzalatmak için getirmeyi unutan akıl Maimonides’i de imzalatmayı unutacaktı tabii. Ayrıldıktan hemen sonra yayınevini arayıp bir kitabını benim için imzalatmalarını rica ettim. Meğer önceki söyleşiyi yapanlar da heyecandan unutmuş, telefonla rica etmiş. Ne fayda! Okumadığım, onca taşınmadan orası burası örselenmiş, altı çizili, içinde anılarımın bulunmadığı bir kitabın imzalı olması ne işime yarar ki? Yazardan çıktıktan sonra kitaplar okurundur.

İstiklâl Caddesinde, “Tutkunuz hayatın gidişatını değiştirmese bile, tutkuyla yapmaya devam etmelisiniz”, “ölümü hayatın bir doruk noktası, iyi yazılmış bir romanın son bölümü olarak kabul etme fikrinin, iyi bir yaşam sürmenin özü” olması sözleri kulağımda, biraz yürüyorum. Esas imza onlar. Aklıma nedense Smokie’nin, “Yirmi dört yıl tek bir şans bekledim…Şimdi Alice’in yan dairede yaşamamasına alışmam gerek,” diyen şarkı[14] sözleri takılmış, hatta mırıldanarak.

İlk kitabını okuduktan tam yirmi dört yıl sonra tanıştığım Alberto Manguel her büyük yazar gibi bana önemli bir hediye vererek veda etmişti:

Ne olursa hayatta kalmalısın, hayatın kıymetini bilmelisin. Bunu yaparken de en sevdiğin işle uğraşmalısın. Tam şu an yaptığım gibi.


NOTLAR

[1] Alberto Manguel, Okumanın Tarihi, YKY, 2001.

[2] George Steiner, “A Don Juan of libraries”, Guardian

[3] Alberto Manguel, Tanpınar’ın İzinde Beş Şehir, YKY, 2016.

[4] Didem Şahin’in başladığı ve Melik Külekçi’nin bitirdiği “Manguel’in Türkiye Yolculuğu: Tanpınar’ın İzinde” adlı belgesel film.

[5]  Ali Kazma, “Alberto Lizbon’da” (2024), Senkronize iki kanallı HD video, 14’40”. Serginin açılışı söyleşiden sonra oldu. İstanbul Modern’deki “Aklın Manzaraları” isimli sergide Orhan Pamuk’un da videoları var.

[6] Alberto Manguel, Maimonides, YKY, 2025.

[7] Burak Kumpasoğlu’nun yazdığı “Manguel’in gözünden Maimonides” adlı yazı dolayısıyla Irvin Cemil Schick’in yazdığı “Düşünce tembelliği mi demeli, ırkçılık mı?” başlıklı polemikten söz ediyorum.

[8] Maimonides’in bu eseri Delaletu’l-Hairin, Şaşkınlar için Rehber ya Şaşkınlara Rehber olarak da çevrilmiş. Bu sitede yayımlanan yazıda Aklı Karışıklar İçin Rehber karşılığı kullanılmış: Burak Kumpasoğlu, “Manguel’in gözünden Maimonides”

[9] “Kurban ve İtaat,” K24, 2020, https://www.k24kitap.org/kurban-ve-itaat-2657

[10] Alberto Manguel, Efsanevi Yaratıklar, YKY, 2020.

[11] Alberto Manguel, Hayali Bir Hayat, Sieglinde Geisel ile Söyleşi, YKY, 2024.

[12] Daniel Kehlmann, The Director, Summit Books, 2025 (İngilizce çevirisi). Almanca aslı 2023’te yayımlanmış.

[13] Ferdia Lennon, Muhteşem Zaferler, Dedalus Kitap, 2025.

[14] Smokie, Who the F… is Alice?, 1977.

Privacy Preference Center