“Daima tarihselleştir!”:
Paris’teki Amerikalıları bile…

“Gerçeğe yaklaşabilmemiz için ‘Daima tarihselleştir!’ diyen Marksist düşünür Fredric Jameson, ta seksenlerde kültür sanayisinin bugünlerini öngörmüştü. Netflix ve gündemdeki temcit pilavı dizileri üzerine yazmayı düşünürken onu kaybedince, yazı farklı bir hale büründü…”

Küreselleşmeyle ismimiz bireyden tüketiciye çevrilmişti. Çok eski değil bu, hatırlayanlarımız çoktur. Gösteriş ve zevk arzusuyla harekete geçen insani duyguları türlü pazarlama hilesiyle küresel olarak kâra dönüştürmeyi becermeyi öğreten zamanlardı doksanlar. Orta sınıfın giderek eridiği, tüketiciyi bu sefer izleyici konumuna indirmeye çalışan günümüz dünyasında anlaşılan kapitalizmin sömüreceği sadece insan tembelliği kaldı ama bu da, tıpkı diğerleri gibi tarihten bağımsız değil. Şeyler kendi başlarına olup bitmez, evrilmez, bulundukları zamandan ve bağlamdan kopuk anlaşılmaz. Gerçeğe yaklaşabilmemiz için “Daima tarihselleştir!” diyerek bunları bize öğreten, muhtemelen yaşamış en önemli Marksist düşünür Fredric Jameson’dı. Ta seksenlerde kültür sanayisinin bugünlerini öngörmüştü. Hangi düşünür olacaklara engel olabilmiş ki! Netflix ve gündemdeki temcit pilavı dizileri üzerine yazmayı düşünürken onu kaybedince, yazı farklı bir hale büründü. “Biçimle ilgili bir yeniliğin mümkün olmadığı bir dünyada, elde kalan sadece ölü biçimleri taklittir”[1] sözünün izinde ilerletti.

Fredric Jameson.
(14 Nisan 1934 – 22 Eylül 2024).

Ticari başarısını taklidin tüm türevlerinin gani gani kullanıldığı, tarihi tahrif eden “orijinal” yapımlara borçlu olan gözde televizyon kanalı Netflix hakkında Jameson’ın neler düşündüğünü tahmin etmek zor değil. Beş yıl önce Troçki’nin hayatını, Rus hükümetiyle el ele tahrif ederek anlatan güya biyografik diziyi kınayan aydınların en başındaki imzalardan biri ona ait. Kim duydu bu kınamayı, ne değişti? Asıl Troçki’yi kaç kişi tanıyor? Bu soruların cevabını soruyu okuduğumuz an tahmin edebileceğimiz zamanlardayız. İmzalar, eleştiriler Netflix’in umurunda olmadı tabii, sayesinde dünyayı unutmayı bekleyen izleyiciler için çok çalışması gerek.

Taklidin istiap haddi, tarihin tahrifatı denince, ejiptologları hop oturtup hop kaldıran Kleopatra’dan, geçtiğimiz hafta yine bu satırlarda anlatılan Decameron’a[2] o kadar örnek var ki o kanalda, seçmek hem kolay hem zor. Konu televizyon ve sinemaysa “Paris iyi fikirdir” denir. O zaman biz de orada geçen ve yeni sezonunda Roma’ya atlayan epeyce gündemdeki dizi Emily Paris’te’yi seçelim. Bağlama aşinayız çünkü, filmi bile var: Paris’te Bir Amerikalı.

Herhangi birinin değil de, bir Amerikalının oraya gitmesinin yaratacağı zıtlık böyle filmlerle ta ellilerin başında neredeyse tescillenmiş. Gershwin’in müzikleriyle süslenen Leslie Caron ve Gene Kelly’li, şarkılı, danslı film uzunca bir süre herkesi büyülemiş, hâlâ küresel olarak toplumsal belleklerde yer alıyor. Benzer bir film daha var: Audrey Hepburn ve Gregory Peck’li Roma Tatili. Tüm dünyanın eşzamanlı olmasa da izlediği ellilerin ışıltılı Hollywood filmleri bunlar. Paris’te Bir Amerikalı’nın çoğu Paris’te çekilmemiş, ne gam! Gerçek kimin umurunda! Söylemeye gerek yok, zaten bu filmlerin ismini bile hatırlayan az ve giderek azalacak. Başarı formülünü hatırlayanların bulunması kâfi!

Amerikalılar Paris’e ya da Roma’ya gidince başlarına nedense hep ilginç olaylar gelir:
Solda Gene Kelly ile Leslie Caron, An American in Paris’in (Vincente Minnelli, 1951), sağda Audrey Hepburn ile Gregory Peck Roman Holiday’de (William Wyler, 1953).

Netflix’in kendi tanımıyla “gurme çizburger” kategorisindeki dizisi “Emily Paris’te”yi çeşitli tanımlar altında konuşmak mümkün. Karikatürleşmiş yeniden çevrim, “nostalji rüzgârı”, tüketim gösterisi ve gösterişi, vs. Tanımlar çeşitlendikçe ad koymak ne de güçleşiyor! Çoğu ülkede en çok izlenen dizilerden biri, hatta birinci sırada olduğu olduğu zamanlar olmuş. Bu paralı kanala erişebilen çoğu kişi izliyor, erişemeyen meraklılarıysa korsan sitelere arş arş. Kârlı yatırımın “formülü çok açık”: Leslie Caron’u ve Audrey Hepburn’ü andıracak bir oyuncu bulmak ve hakikaten moronlar için yazılmış muhtelif numaralarla bilinçaltını tetikleyen bir senaryoda, zayıf oyunculuk standartlarıyla oynatmak yeterli. Son cümleyi yazabilmek için o filmleri bilmek ve hatırlamak gerek yalnız.

Soldan sağa: Lily Collins, Leslie Caron, Audrey Hepburn.

Diziye yabancı olan şanslılar için kısa bir özet: Romantik ilişkilerde “fazla” özgür, sosyal medya kullanmadıkları için oldukça “demode” ve nedense “elitist” klişeleriyle tanımlı Fransız iş arkadaşlarının önce dudak büktüğü, Fransızca bilmeyen, aklı biraz noksan olsa da beş yıldız Amerikalı Emily, Instagram’da fotoğraf ve video paylaşarak hem ünlü hem de işinde başarılı olur, hatta çalıştığı şirketi batmaktan bile kurtarır. İzleyenler kabaca üçe bölünmüş gibi: Yaş gereği koşulsuz beğenenler, “eğlence için izlemek de mi yasak” diyen kafa dağıtıcılar ve kategorik retçiler.

Popüler kültürün gidişatıyla ilgilenince son gruba dahil olmak zor; Eyfel önündeki bir selfie’cikle nelerin çözülebilediğini izlediğinizde eğlenseniz dahi, itiraf etmek daha da zor. Zaten sorun burada belki artık: Eksik, aksak yanlarına rağmen, fars kahramanlarının olmazsa olmazı her cins aptallığa sahip Emily’nin kimselere kısmet olamayacak hayatını en ufak bir eleştiriye bile dalmadan izlemek. Tıpkı ikinci bir Sally Rooney romanı okumaya çalışmak gibi bu. Bir ergenle kurabileceğiniz iletişim yöntemi olarak bunları seçmek ve çok daha iyileri varken “yeni” olduğundan ötürü revaçta olmayı hak eden bu diziyi yani tarihselliğin bir diğer kaybını hazmederek çekeceğiniz çileye katlanmak. Lâf Fransızlardan açılmış, cehaletin terfi ettiği zamanların ispatlı bir temsilini izlerken Dostoyevski’nin ismi konumuzla alâkalı Budala’sında da kullandığı şu apres moi le deluge[3] sözünü anmak… Bazılarına huzur haram, evet.

Emily doksanların sonunda yayımlanmaya başlayan, sonrasında yerli yabancı nice dizi ilham aldığı için giderek “ölü bir biçim” haline gelen Sex and the City’nin bir taklidi. Izleyen herkes hatırlar. Her ikisinin yapımcısı olan Darren Star zaten hatırlar!

Zamanında sinema, dergi gibi araçlarla tüketimciliği öğretmiş ve isminden de anlaşılacağı gibi cinselliği gani gani kullanarak adeta bir simge olmuş Sex and the City, çalışan bir formüldü. O sıralar pompaladığı hedonizmi, tüketimciliği eleştirdik, ettik ama hepsi eğitimli ve işlerinde başarılı kadın kahramanların zekâsından şüphelenmek hiç aklımıza gelmedi. Darren Star formül hatırlıyorsa, biz de bunu hatırlıyoruz! Süpermen’den tutun Görevimiz Tehlike’ye dünyayı ya da şirketleri kurtaranların hep Amerikalı olacağını da biliyoruz. Ancak Fransız reklam şirketini kültürü ve dili bilmeden kurtaran aptal Emily’ye hâlâ şaşırıyoruz. En hakiki öz orijinalini izlemiştik çünkü. Yaşımız yetiyorsa yetmişlerde, yetmiyorsa da sonra Erica Jong’un Uçuş Korkusu’nu okumadan anlaşılamayacak Sex and the City’yi, doksanlarda ve bugün izlemenin aynı olmadığını da bilenlerdeniz. Bunlardan ötürü daima tarihselleştireceğiz ve komedi olsun olmasın aptallığın yayılmasına bozulacağız. “Sanatın ve estetiğin yenilgisi, yeninin yenilgisi, geçmişin hapsedilmesi”[4] olan şu zayıf taklitlere, arada gülümsetse bile tav olmayacağız.

Hep çalışan formül Paris’teki haute couturehaute cousine sayesinde ziyaret edilen tüketimciliğin ve laissez faire cinselliğin[5] o kadar da göz doldurmayacağının, etkisinin sürmeyeceğinin yapımcı da farkında anlaşılan. Zira yeni işe başlayanların alacakları maaş belli, tüketimcilikse çoktan öğrenildi, hatta ekonomileri yavaşlatma raddesine gelecek kadar istiap haddine bile gelebilir dünya ekonomisi bozulurken. O cins afyonun kaynağı kurudu. Ne kaldı geriye? Aptallığın öğrenilmesi tabii. Aksi halde Netflix bu dizileri izleyecek kimseyi bulamayacak – siyasetçiler de tüm dünyada bir önceki nesilden daha fakir bir neslin nasıl geldiğini açıklamakta zorluk çekecek.

Emily’ye “Ülkem seni çok seviyor” diyen Brigitte Macron’la.
Paris klişelerine es geçmeden uğrandığı için Fransızlar memnun, reklamın kötüsü olmaz

Dizinin kostüm tasarımlarını yapan Marylin Fitoussi, “Fransız sineması hep gerçeklik üzerine kuruludur: Üç kişi, sıkılmış ve bunalımda, bir odada içki içerler. Fransız filmlerini seviyorum ama bu böyle. Şimdi biri bana, ‘Gerçekliği umursamıyorum, haydi insanları mutlu edelim,’ deyince, çok seviniyorum” demiş. Haklı mıdır acaba? İnsan yine oturup düşünüyor. Mutlu etmek sadece gerçeklikten kaçarak olacaksa, kaçalım tabii ama nereye kadar. Öğrenmenin ya da bilmenin acısına katlanamayacağımız zamanlar artacak mı acaba?

Tarihselliğin, tarihî bilgi arttıkça daha az önemsenmesi dünyanın en ilginç ironilerinden biri olsa gerek. Peter Burke’ün birkaç ay önce yayımlanan kitabı Ignorance: A Global History’sinde (Cehalet: Küresel Bir Tarih)[6] tarih boyunca her neslin kendini bir öncekinden daha bilgili bulduğunu anlatmış ve şunu sormuş: Bulduğumuz yeni şeyler ilginç ve önemli ama kaybolan bilgilere, artık kimsenin önemsemeyip, öğrenmeye girişmediklerine ne olacak? Zira artık öğrenme değil, makineye sorma zamanı. Yine de şu soru ChatGPT’ye pek sorulmayacak sanki: Emily Paris’te hangi filmi ya da diziyi taklit ediyor? Hayranları ilgilenmeyecek bile bu soruyla, çünkü biliyorlar ki birkaç yıla kalmadan bu diziyi unutacaklar. Aptallığın, bilgisizliğin, tembelliğin sağladığı başarı, tema tekrarlandıkça, kalacak ama akılda.

Gerçi “ha Emily, ha Trump” diyeceksiniz. Neyse ki aptal sarışın bu sefer erkek.

NOTLAR

[1] Fredric Jameson. “The Cultural Turn: Selected Writings on the Postmodern, 1983-1998”, s.7, Verso, (1998).

[2] Asuman Kafaoğlu-Büke yazmış Netflix’in Decameron’a “ettiklerini”. Bkz. “Decameron 2024”, K24.

[3] Benden sonra tufan – XV. Louis’ye gözdesi Madam Pompadour’un söylediği rivayet edilen, “Bizden sonra tufan”ın İngiliz sarkazmı marifetiyle öznesi değiştirilmiş hali.

[4] Fredric Jameson. “The Cultural Turn: Selected Writings on the Postmodern, 1983-1998”, s.7, Verso, (1998).

[5] Fransızların aksanı bile eleştirilmiş. Bkz. Jess Bacon, “‘Delightfully delulu’: in defence of Emily in Paris”Guardian.

[6] Peter Burke, Ignorance: A Global History, Yale University Press, 2024.

Privacy Preference Center